KÖR BAYKUŞ PSİKOLOJİK İNCELEME
Yapısal Kurgu ve Anlatım Tekniği
Roman iki temel bölümden oluşur. Bu bölümler arasında bariz bir çizgi yoktur; zaman, mekân, gerçeklik algısı sürekli kayar, çözülür, yeniden şekillenir. Birinci bölüm daha çok düşsel, sembolik ve halüsinatif bir anlatıya sahipken; ikinci bölümde anlatı bir ölçüde "gerçek" zamana yaklaşır, ancak bu yaklaşım bile güvenilmezdir. Anlatıcı, hem karakter hem de gözlemcidir. Kimi zaman üçüncü şahısmış gibi anlatır kimi zaman kendisiyle konuşur: “Hayır, kendime anlatmalıydım bunu; yalnız sana, yalnız sana, kara gölgem!” Bu bölünme, onun zihnindeki parçalanmışlığı yansıtır. Anlatıcının güvenilmez oluşu, romanı psikanalitik bir labirente dönüştürür.
Zaman çizgisi doğrusal değildir. Hafıza sıçramaları, rüya benzeri sekanslar, iç monologlar ve sık tekrarlar, metni bir rüyaya ya da kabusa dönüştürür. Roman, klasik anlamda bir olay örgüsüne sahip değildir. Olan her şey, olmamış gibi, olmuş olan da sürekli sorgulanır. Bu, Kör Baykuş’u modernist edebiyatın örnek metinlerinden biri haline getirir.
Karakterler: Hayaletler, Gölgeler ve Saplantılar
Anlatıcı (Resim Çizen Kişi)
Romanın merkezindeki karakter, adı hiç anılmayan bir adamdır. Bir tür yazar ya da ressamdır. Sürekli "lânetli bir hastalıktan" mustariptir. Fiziksel dünyayla bağları kopmuş gibidir. İçine kapanmış, kendi zihninin cehennemine hapsolmuştur. Bütün anlatı onun iç dünyasından, zihninden ve halüsinasyonlarından ibarettir. Aslında bu adam, bir karakter olmaktan çok, parçalanmış bir ruh halinin temsili gibidir.
Kadın / Eş / “Ebedi Kadın”
Anlatıcının sürekli resmettiği, bir zamanlar âşık olduğu, sonrasında nefret ettiği, bazen "kız kardeşi", bazen "fahişe", bazen "melek" olarak betimlenen kadın figürü, bir bireyden ziyade bir arzu nesnesidir. Anlatıcının bu kadına duyduğu aşk ile nefret arasındaki sarkaç, onun kadın bedenine (ve cinselliğe) dair travmalarının bir dışavurumudur. Kadının kim olduğu, gerçek mi hayal mi olduğu, asla kesinleşmez. O, Jung’un “anima”sı gibidir: anlatıcının bastırılmış arzularının ve annesel bağlanma problemlerinin bir yansıması.
Amca / Nalbant / Mezarcı
Bu karakterler, anlatıcının hayatına müdahil olan ve zaman zaman korkutucu zaman zaman da aşağılayıcı roller üstlenen figürlerdir. Bir yönüyle babasal otoriteyi, diğer yönüyle cinsel baskıyı temsil ederler. Özellikle "nalbant" figürü; kadınla cinsel ilişki kurabilen, güçlü, kaba ve bedensel bir erkekliğin sembolü olarak yer alır. Anlatıcının onunla ilgili kıskançlık ve aşağılık kompleksi duyması, iktidarsızlık korkusunun da altını çizer.
Temalar: Ölüm, Yalnızlık, Delilik, Eros ve Thanatos
Roman boyunca anlatıcının ölüm fikriyle olan saplantısı öne çıkar. Kendisini canlı bir ölü gibi hissettiğini defalarca dile getirir. "Yalnızca ölüler anlayabilir beni" cümlesiyle, yaşamla bağlarının koptuğunu ilan eder. Ölüm burada hem fiziksel hem ruhsal bir çöküştür. Anlatıcının dünyasında başka kimse yoktur. Sokaklar ıssızdır, evler boştur. Anlatı boyunca kimseyle gerçek anlamda bir diyalog kurmaz. Kör Baykuş’un asıl atmosferi, yalnızlıktan beslenen bu delilik halidir. Metnin yapısal bütünlüğündeki kaymalar, gerçeklik algısındaki çarpıklık, anlatıcının psikotik bir epizod geçirdiğini düşündürür. Modern psikiyatride “şizofreni” veya “paranoid psikotik bozukluk” gibi durumlarla açıklanabilecek belirtiler mevcuttur: sanrılar, takıntılı düşünceler, zaman ve mekan kaymaları. Kadına duyulan cinsel arzu ile onu öldürme isteği arasında gidip gelen anlatıcı, Freud’un “yaşam dürtüsü (Eros)” ile “ölüm dürtüsü (Thanatos)” arasındaki çatışmayı yaşar. Sevdiği kadını öldürmek istemesi, onunla birleşme isteğinin bozulmuş bir yansımasıdır. Cinsellik bir bağ kurma değil, bir yok etme arzusuna dönüşmüştür.
Metaforlar ve Simgesel Yoğunluk
Baykuş figürü, geleneksel olarak bilgelikle ilişkilendirilse de burada karanlık, uğursuzluk ve geceyle özdeşleşir. Kör bir baykuş, artık yönünü şaşırmış, yalnızlığa mahkûm edilmiş bir bilincin temsilidir. Aynı zamanda anlatıcının ruhunun körleşmiş bir parçasıdır. Gölge, anlatıcının tek sırdaşıdır. Bu, Jung’un “gölge benlik” (shadow self) kavramına gönderme gibidir: bastırılan arzuların, korkuların, suçların toplamı. “Sadece sana anlatabilirim her şeyi, kara gölgem!” derken, içindeki karanlıkla konuşmaktadır aslında. Göz, sürekli vurgulanan bir organ olarak, hem gözetlenme hem de içe bakış anlamı taşır. Kadının gözleri, anlatıcının saplantısının kaynağıdır. Ama o gözler, hiçbir zaman ona bakmaz. Bu da hem arzunun hem de yok sayılmanın metaforudur.
Sâdık Hidâyet’in eserinde Dostoyevski’nin, Kafka’nın, Poe’nun ve hatta Proust’un izleri açıkça hissedilir. Ancak bu taklit değil, bir tür entelektüel akrabalıktır. Hidâyet, Batı’nın edebi karanlığını, Doğu’nun içsel trajedileriyle birleştirerek eşsiz bir metin yaratır. Kör Baykuş, İran’da bir dönem yasaklanmış; ancak zamanla kültleşmiş bir eser olmuştur. Onun bu derece evrensel ve sarsıcı olması, yalnızca dilin gücünden değil, insan ruhunun karanlık yapısını bu kadar derinden kavramasındandır.
Kör Baykuş Neden Bu Kadar İyi?
Çünkü Kör Baykuş, edebiyatın ne olabileceğini bize yeniden hatırlatır. Hikâye anlatmanın ötesine geçer, bize ruhu anlatır. Bizi rahatsız eder çünkü gerçek duygular nadiren huzur verir. Zamanı, kimliği, mekânı, hatta cinsiyeti aşan bir anlatıdır bu. Öyle bir metin ki, her okuyuşta başka bir kapı açar; kimi zaman bir rüyaya, kimi zaman bir kâbusa dönüşür. Ve belki de en önemlisi şudur: Kör Baykuş, bize insanın en derininde ne olduğunu fısıldar. Fısıldar çünkü bağırmak, o kadar kolay değildir.