Yaprak hikayesi




Yaprak Hanım Hiç Ölmeyecekmiş Gibi Yaşadı

Zincirlikuyu metrobüs durağında kapılar açılır açılmaz, sabah metrobüsüne binmenin o kadim savaşına Yaprak Hanım da katıldı. Diğer yolcular gibi o da gözüne kestirdiği boş koltuğa oturmak için kılıç kuşanmış bir şövalye edasıyla öne atıldı. Önündeki yavaşça ilerleyen amcayı, “Ankara Messi” gibi kıvrak vücut çalımlarıyla geride bırakırken, daracık koridorun tam ortasında yürüyerek kimsenin onu sollamasına izin vermemeye çalışıyordu. Aslında yürümüyordu, adeta koşturuyordu. İlginçtir, bu hengâmede en çok “Ya biraz yavaş yaa” diye söylenen de yine kendisiydi.

Nihayet bir koltuk gözüne ilişti. Kendini koltuğa bıraktı, devasa çantasını dizlerinin üstüne yerleştirdi. Kulaklıklarını taktı ve hoş bir müzik eşliğinde pencerenin ardındaki uzaklara dalarak adeta bir sanat filmi sahnesine dönüştürdü yolculuğunu. Az önce metrobüsün içini birbirine katan sanki o değildi. Şimdi, dünyanın en asil kadını gibi oturuyordu orada. Yayılabildiği kadar yayıldı ve sanki o koltuktan bir daha asla kalkmayacakmış gibi yerleşti içine.

Akşam dönüşünde de tercihi yine metrobüsten yanaydı. Bu kez ön kapıdan binebildi ama içeride ilerlemek imkânsızdı; adım atacak yer dahi yoktu. Arka kapıdan binmek zorunda kalan yolcular, akbillerini öne doğru uzatıp “Elden ele verin de bastırıverin şunu” diye ricada bulunuyordu. O akbillerden biri, elden ele dolaşarak sonunda Yaprak Hanım’a kadar geldi. Ama o, kendisine uzatılan akbile EKG raporuna bakan yaşlı Hüseyin Amca gibi boş boş bakmakla yetindi. Elini bile kıpırdatmadı. Yanındaki adam, daha uzakta olmasına rağmen akbili aldı ve “Ver birader ver,” diyerek bastı. Yaprak
Hanım, sanki bir gün hiç arka kapıdan otobüse binmeyecekmiş gibi, olan bitene kayıtsız kaldı.




Peki neden bu kadar çok toplu taşıma kullanıyordu Yaprak Hanım? Çünkü bir gün araba sahibi olabilmenin hayalini kuruyordu. Ancak asıl sorun, kendi işini dahi layığıyla yapamayan insanlardan biri olmasıydı. Bu yüzden, kendi çabasıyla bir yere varamayacağını bildiğinden, çevresiyle –özellikle yüksek mevkidekilerle– iyi geçinmek zorundaydı. Önünde pek de fazla seçenek yoktu: Ya bir gün ona hayallerini sunacak kadar saf bir adamla evlenecekti ya da o güne dek sabırla biriktirecekti. İlk seçenek gerçekleşene kadar da biriktirmeyi seçmişti. Ve sanki hiçbir zaman tükenmeyecekmiş gibi biriktirdi.

İdealist bir kadındı Yaprak Hanım, en azından başkalarının hayatı söz konusu olduğunda. Ama daha iki gün önce patronu tarafından “Aptal karı” denilmesine tek kelime etmemişti. Belki de gerçekten öyle olduğunu düşünüyordu, belki de sadece hayatını sürdürebilmek için sineye çekmişti bu hakareti. Kendine geldi mi materyalist, başkalarına gelince idealist bir çelişkiydi onunki. Ahkâm kesmeyi severdi, ama sıra kendisine geldiğinde o ahkâmlar sus pus olurdu.

Bir akşam, ofis arkadaşlarıyla birlikte nezih bir mekanda fasıl gecesine katıldı. Normalde kanun, tambur gibi enstrümanların ismini bile bilmezdi ama o gece, “Ben de buradayım!” deme fırsatıydı. Beline kadar açık sırt dekolteli, derin göğüs dekolteli elbisesiyle ortalığı adeta aydınlattı. Masaya gelen hoş bir gençle gecenin ilerleyen saatlerinde göz göze geldiler sık sık. Bu karşılaşma sonrası haftalarca Facebook’ta o genci bekleyip durdu, “Acaba beni ekler mi?” ümidiyle.

Birkaç gün sonra, kısa boylu, bıyıklı bir adam adres sordu ona. Yaprak Hanım o yüzünde hiçbir tebessüm olmadan, “Bilmiyorum” dedi. Oysa gayet de biliyordu sorulan yeri. Sanki Marie Curie’ydi de sokakta bilgi paylaşmak mesleki sır gibiydi. Namusluydu Yaprak Hanım ama yalnızca o gömlekli, bıyıklı adama karşı. Bir gün kendisi hiç hor görülmeyecekmiş gibi, başkalarını hor gördü.

Tarih bilmezdi, siyaset konuşmazdı. Din ya da felsefe açsan mevzuya, ya seni idare ederdi ya da lafı döndürüp seninle dalga geçerdi. Çünkü bunlar ona göre “hiçbir şeye yaramayan” konulardı. Zaman kıymetliydi, o zamanı Avon kataloğundaki fırsatlara ayırmak daha mantıklıydı. Arada sırada dikkat çekmek için futbol öğrenmeye çalıştığı da olurdu. Çünkü hayat buydu: Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşanmalıydı.

Ve en sonunda, Yaprak Hanım öldü.

Evet, öyle “aramızdan ayrıldı” ya da “vefat etti” denilecek türden bir gidiş değil bu. Bildiğiniz gibi öldü. En çok çocukları üzüldü. Aslında anneleri olmasa, belki de bu kadar üzülmezlerdi ama işte, anneler öyledir; ne yaparsan yap, insan kahrolur. Cenazeye gelen birkaç akraba ve dost da üzülmüştü, ama bu üzüntü aslında samimiyetten çok alışkanlıktandı. Onunla çok vakit geçirmiş olmak, insanı ister istemez duygulandırıyordu.

Geriye kalan otuz, otuz beş kişilik kalabalığın çoğu ise “üzgün görünmeliyim” diyerek yüzlerine yapay bir hüzün yerleştirmişti. Hatta bazıları kendi içinden “Üzülmem lazım ama neden üzülmüyorum ki?” diye kendine kızıyordu. Çünkü herkes biliyordu: Yaprak Hanım, iyi biri olmak için değil, iyi biri gibi görünmek için yaşamıştı. Tıpkı pek çoğumuz gibi...

Zamanla unutuldu Yaprak Hanım. Bir gün “merhaba” demeye bile tenezzül etmeyeceği Urfalı tarla işçisi Kara Bilal tarafından toprağa karıştı. Yaprak Hanım, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadı ama sanki hiç dirilmeyecekmiş gibi öldü.

 




İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *