Sevemediğini varsaymak





Acının bile yetmediği bir yerden, sevginin gölgesine bakmak.

Bir sabah uyandım ve aynadaki yansımama yabancılaştım. Sanki ben, ben değilim. Sanki yıllardır bir başkasının hayatına ödünç girmişim. Çay içiyorum ama tadı yok. Anneme sarılıyorum ama kollarım hissiz. Radyoda bir şarkı çalıyor ama hiçbir anlamı yok. Sadece ses, sadece bir titreşim. Ve o an fark ettim… Belki de sevemediğimi varsayıyorum. Belki de hiçbir zaman sevebilmiş değildim. Ya da daha kötüsü, buna hiç inanmamıştım.

Sevemediğini varsaymanın ne olduğunu biliyor musun sen? Gerçekten ne anlam ifade ettiğini belki de hiç bilmeyeceksin. Ve bu yüzden seni kıskanacağım. Çok kıskanç biri değilimdir aslında ama sen, bu konuda on, on beş sıfır öndesin benden. Varsayımlarla yaşamak, gençliğini varsayımların gölgesinde tüketmek... bu hiç hoş bir şey değil. Birine aşk konusunda yetemediğini varsayıyorsun. Yatakta birlikte olduğun kişiye iyi gelmediğini sanıyorsun. Aileni mutlu edecek başarıya ulaşamadığını düşünüyorsun. Bir kediye verdiğin mamanın bile yetersiz kaldığı hissi içini kemiriyor. Hatta masanın köşesine çarpan serçe parmağındaki o ani acı bile... “Bu kadar mı?” diyorsun. Her şey eksik. Her şey yetmiyor.

Ve işte bu noktada insan kendinden çıkıyor. Konu o kişi değil. Konu, senin artık sen olmaman. Geçenlerde bu hâlin bir adını okudum bir yerde. Belki tanı koymak doğru değildir ama bir karşılığı varsa adı şu: “Depersonalizasyon.” Kendi benliğini bile tanıyamadığın bir hâl. Dışarıdan bakan biri gibi; üçüncü, dördüncü şahıs… hatta bazen bir hiç. Sevgiye uzaktan bakan ama elini uzatamayan biri oluyorsun.

Sonra hiçbir şeye bağlanamıyorsun. Şarkılar sadece gürültü. Annenin varlığı sadece bir görüntü. Çayın tadı silik, peynir bozulmuş gibi. Hayat, anlamını sadece varmış gibi yaparak sürdürüyor. Sevmek istediğin bir evren kurmak istiyorsun ama o evrende seni bile tutmazlar. Zaten sen de kendini oraya almak istemezsin.

Ve sonunda hep aynı cümle geliyor dudaklarının kenarına:
“Keşke diyerek bir ömür geçer mi ki?”

Esasında geçer. Ama sadece geçirirsin. Asla dolduramazsın “keşke”lerle bir ömrü. Sadece dokunursun sevdiğine; kokusunu hisseder, varlığına karışmak istersin. Dudaklarını öpmeye bile çekinirsin, ama pembeliğinde hayat bulursun.

Baksanıza, konunun başında negatif bir gerçekliği ele alırken, sevginin doğma ve hayata geçme ihtimali bile ellerimi, düşüncelerimi nasıl da yazıya farklı bir boyut kattı. Nasıl olur da her şeyin bu kadar kötü başladığı bir yerde, sevme ihtimalinin doğduğu saniyeler böyle akıl almaz güzellikte olabiliyor? Ve nasıl bu kadar fark edilmeden gerçekleşiyor bu kadar güzellik? Aşk, sevgi, hoşlanmak… Sen, güzel bir şeysin ya.

Ama güzel olduğun kadar da zaman gibisin. Hızlı ve acımasızsın. Tolere hakkı tanımayan, gözü kara bir katil gibisin. Belki de bir gülsün sen; çok güzel kokarsın, çok güzel görünürsün… ta ki ellerim, yeşil gövdende yer etmiş o sivri iğnelere değene kadar.

Parmağımda oluşturduğun o küçük kırmızı leke, senin güzelliğin kadar gerçek. Sevgiden doğan acı, acıdan doğan sevgi gibisin. Farksızsınız.


Bir konuya karamsar da girsem, olay sevmenin ihtimali olunca... karamsarlığa bile âşık olmak bu işin bir parçası hâline geliyor.    


Yorumlar

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *