Sebepsizlik ve İsteksizlik
Biraz kişisel ama kendinizden de parça bulacağınız bir yazı.
Serebral korteks; düşünme, hafıza, öğrenme, problem çözme, duygular, bilinç ve duyularla ilgili işlevlerde önemli bir rol oynar. Serebral korteks birçok açıdan Keynes gibidir. Öyle bir modeli var. Neden Keynes gibi? Hatırlayın, ne diyordu Keynes:
“Ekonomik durgunluğun yenilmesi için gerekirse devlet, çukur kazdırıp sonra da o kazdırdığı çukurları doldurtmak durumundadır.”
İnsan beyni de “Bir dert bul; eğer dert yoksa dert yarat.” prensibiyle çalışıyor. Benim serebral korteksim de – büyük ihtimalle sizinki gibi – Keynesyen modelle işliyor. Kendimi bildim bileli uyku sorunu çekerim.
Annem, küçükken uyuyayım diye beni cinlerle tehdit ederdi. 7-8 yaşlarımda cinlerden ödüm kopardı. Sonra bir gün babama sormaya karar verdim. Beynimi kemiren soruları hep ona sorardım. Köpek balığı gibi babamın etrafında dolanıp sonunda sordum:
Cinler var mı? Melekler?
Bana, cinlerin ve meleklerin olmadığını; annemin beni korkutmak için öyle söylediğini anlattı. Bilmiyorum, belki de bu yüzdendir ki senelerdir materyalistim. Hâlâ da öyleyim. Bu hiçbir zaman değişmedi. İstesem de idealist olamıyorum.
7-8 yaşlarındaki o gen dizilimine sahip organizma büyüyünce çok da farklı olmuyor. Tamam, belki görünürde daha “gerçekçi” olguları dert ediniyor ama zihninin çalışma prensibi büyüyünce de çocukluk halinden çok sapmıyor. Hep Keynesyen, hep aynı döngü:
"Ya bir dert bul, bulamazsan sen yarat!"
Bu blog''da yayımladığım ilk yazıda da ölü bir arkadaşıma dert yanmıştım. Ve eminim, aradan 10 yıl geçse, hâlâ yaşıyor ve yazıyor olursam yine “Olmuyor” temalı, damar yazılar yazıyor olacağım. Biliyorum, çünkü malzeme bu.
Şu anda da onlardan birini yazıyorum.
Karakter denen şey gerçekten de 7’sinde neyse, 70’inde de o oluyor. Kendini ne kadar geliştirsen de, kötü özelliklerini törpülesen de, terbiye etmeye çalışsan da, hatta terapi görsen de… Sen, sensin. Değişmiyorsun.
Son birkaç aydır beynim yeni bir dert daha üretti. Gerçi bence bu dert hep vardı, sadece şiddeti arttı.
Bu dert: motivasyonsuzluk, isteksizlik.
Üstelik bu benim uydurduğum dertlerden biri değil. Gerçekten yapıştı yakama.
Bazen yazı yazmanın bile boş olduğunu hissediyorum. Sebebi işte bu motivasyonsuzluk. Ama sonra, “Belki iyi gelir,” umuduyla bir daha ve bir daha…
Son zamanlarda doğru düzgün kitap bile okuyamadım.
Yeni bir film izlemeye bile üşeniyorum. Beynim almıyor. Onun yerine sevdiğim filmleri 15-20. kez izliyorum. Aslında çoğu zaman film de seyredemiyorum; 5 dakikadan uzun süre aynı işle uğraşamaz oldum.
Salak olmadıkları sürece kadınlara ilgi duyuyorum. Ama genellikle bir kızla bir gün konuştuktan sonra bir daha yazamıyorum.
"Kim uğraşacak şimdi, boş ver." diyorum, hevesim kaçıyor.
Bir dahaki yazışımda da —haklı olarak— onlar cevap yazmıyor.
Telefonum çaldığında moralim bozuluyor.
"Kimin telefonunu açmayıp, onunla olan arkadaşlığıma zarar vermek zorunda kalacağım şimdi?" düşüncesi geliyor hemen.
Bir şey eğer zorsa, onu yapmak için daha da hırslanmıyorum. Aksine, ondan vazgeçiyorum. Zor bir duruma düştüysem, daha da güçlenmiyorum; altında eziliyorum.
Uyumak, şu hayattaki en büyük zevkim.
Bu zevki artıran bir şey keşfettim: Eğer deliksiz bir uyku yerine, uykudan 3-4 kez uyanırsan ve her defasında “Hâlâ uyuyorum, uyanmama daha var.” hissini yaşarsan, o uyku daha da tatlı geliyor.
Her sabah değil ama çoğu sabah uyandığım için üzülüyorum.
İyi kalktığım sabahların da, kötü kalktığım sabahların da arkasında hiçbir dış sebep yok.
Her şey sanki elimde değilmiş gibi. Tamamen gelişigüzel, rastgele.
Fazlasıyla determinist biriyim ama bu hâlimle ilgili hiçbir sebep-sonuç ilişkisi kuramıyorum.
Aslında yaşamıyorum. Ömürden yiyorum.
Pratikte de teoride de nihilistim.
Bencilliğim için özür dilerim ama içimdeki bir yan, büyük İstanbul depremini bekliyor.
Bu dediğimde ciddiyim... Ama yarım da olsa.
Bu hayatın nasıl geçeceğini bilmiyorum.
“NASIL GEÇECEK BU ÖMÜR?”
Retorik bir soru gibi duruyor ama aslında değil. Cevabının kimsede olmadığını biliyorum.
Bu soru üzerine "spor yap, sosyalleş, düzenli beslen" gibi öneriler geldiğinde içimden beddua ve küfür karışımı şeyler geçiyor.
Sağlığı yerinde olan bir insan, sağlığını korumak için spor yapar.
Ama sağlıksız bir insanın, spor yapabilecek lüksü yoktur.
Ben duş alabildiğime şükrediyorum.
İte kaka daha ne kadar böyle götürebileceğimi bilmiyorum.
Ama bu şekilde sürdürebilmek de bir başarı değil.
Kendine kırbaçla yaklaşmak da öyle.
Bazen umut ediyorum.
Umut çünkü fakirin temel gıdasıdır.
Sabahları nasıl uyanacağım tamamen rastgele belirleniyor ya,
Hah işte belki bir sabah, eskisi gibi yaşama sevinciyle uyanırım…
Ve bu kez saman alevi gibi birkaç saat sürmez, kalıcı olur…
Belli mi olur, diyorum.
Ama öyle bir şey olmuyor.
İçimdeki o yaratığı nasıl kontrol edeceğimi bilemiyorum.
Başa çıkamıyorum artık.
Neyse. Sabah kahvesi iyi gelmişti.
Bana geçici bir enerji, dışa dönüklük hissi vermişti.
Yazı yazmaya deli gibi heveslenmiştim.
Şimdi hevesim kaçtı.
O yüzden bitiriyorum bu yazıyı.
Motivasyonumun ve bunalım hâlimin çakıştığı bir sonraki anda, yine benzer konularla görüşürüz.
Yorumlar
Yorum Gönder