Pembe Ukde
Başa saralım, en başa.
Okul bitti işte, mezun olduk.
İki buçuk yılımı tek bir şeye adamıştım. Sonra ihanete uğradım. Şu an sana geçtiğim özet gibi, kovulduğumu anladığım gün de bir özet geçti gözümün önünden.
Sonra saçları vurdum üç numaraya. Sosyal medyayı kapattım, satranç indirdim. Daha sakin ve dingin biri oldum. Yeni iş arayışı beni belli olmayan bir kavrama ve duruma soktu. Belki çukur, belki tepe... belki mutluluk, belki mutsuzluk. Ne sen bilebilirsin ne de o. Ben bilsem, aklımdan çıkartıp yazar mıydım?
O iş arayışı, öğrencilerimden kopmamın yarattığı sarsıntı, kadınlara ve insanlara olan ilgimin azalışı ve sosyallik algımı bir kenara bırakışım, karşı cinse olan sevgi açlığımı iyice gün yüzüne çıkarttı.
Birisini gördüğümde yozlaşmış, iğrenç bir hal ve hareketle bakmak, süzmek ya da düşünmek yerine hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum: Düşünüyorum onu.
"Acaba?" sıfatıyla ilerliyorum. Yaşadığı dünyaya, yaşadığım dünyaya, yaşayabileceğimiz dünyaya...
Belki çok sapkın bir kişinin ağzından çıkanlar bunlar diye varsayabilirsiniz. Ama konu sapkınlığın kadınlara oluşu değil. Benim sahip olduğum şey aslında sapkın bir tümör.
Bu tümör; umudumu, yaratabileceğim içsel mutluluğumu, karşı cinse duyabileceğim en minik hazzı bile öldürme potansiyeli taşıyan bir tümör. Tesadüflere olan inancımı öldürecek bir tümör.
Fakat ne yazık ki henüz başarılı olamadı. Çünkü ben çoktan pembe ukdeyi gördüm ve beynime kazıdım.
Evdeyim, satranç oynuyorum.
Saat? Varsın, yoksun... gece 11 falan.
Annemin "babaanneni hastaneye götürmeniz gerekiyor" demesi nasıl bir kelebek etkisi olabilir ki?
Yola çıktık. Babaannemi götürdük hastaneye. Saat olsun olsun 1.
Dolaşıyoruz: bir kafeterya, bir hastane acil bölümü koltukları falan. Babaannemin muayene olduğu odanın hemen sağında bir oda daha var. "Kan alma vs." yazıyor kapıda.
İçeride ilk başlarda dikkat etmediğim, pembe hemşire kıyafetli birisi oturuyor. Birileri içeri giriyor, onlarla ilgileniyor işte.
Benim uykunun hafiften gelmesi nedeniyle kim ne yapıyor, kim ne konuşuyor bilmiyorum.
Zaten orada olsak olsak on kişiyiz. Yedi kişi, üç kişilik acil servis banklarında uyuyor. Kuzenim ve amcam da onlara katıldı, uyudular.
E biz boş boş bekliyoruz, değil mi? Ben de uyusam fena olmaz.
Şarjım da az, satranç da oynayamam ama... ne uyutmuyor beni?
Pembe ukde uyutmuyordu beni.
Telefonla konuşması, eline geçirdiği beyaz eldiven... pembemsi terliğinin çıkardığı ses.
Ona dair çok şey hatırlıyorum: gri hoodie'si, sandalyesinde asılı olan siyah şişme montu, elinde yüzük olmayışı, kılıfsız telefonu, bej renginde çorapları...
Önümden geçerken iki defa, dokuz yaşındaki kızın hapşırması gibi hapşırması.
"Önümden" dediğimde; odasının karşısındayım. Odasının karşısındaki, önden 2. banktayım. Ve en az 15-20 metre var arada.
Hiç fark etmedi benim için. Çünkü saçlarının hafif yağlı olduğunu anlasam bile çok çekici geliyordu hâlâ.
Ve o saçlar, yüzün uyumu, yürüyüşünün tatlı gelişi çoktan uykumu yerle bir etmişti.
Saat... çoktan 7 olmuştu.
Benim uyumaya niyetim zaten yok. Niyetin esamesi okunmuyor ki.
Tek esamesi okunmayan şey niyetim değildi ama.
Bana hiç bakmayışı, varsayım bir hasta olduğumu düşünmesi, isim kartının üstüne hoodie giymesine lanet edişim...
Daha ne sayabilirim ki zaten?
Günlük yaşanmış ve yıllık hatıraya sahip olacak sona geldik.
Eve geldim.
Hastanenin fotoğraflarını karış karış aradım, bitik gözlerle ve aç bir mideyle.
Sonuç bulamadım. Bari dedim:
"Senin varlığın bedenimi saatlerce çimdikleyip uyutmadı, ben de bu uyutmamanı hiç unutmamayı denemeliyim"
He bu arada, işten atılıp bunalıma girip tekrar satranç oynamaya devam etmeseydim, elimde telefonla tuvalete giderken satranca bakıyor olmazdım.
Satranca bakıyorum diye de tekli koltuğa oturdum. Bu sebeple de annem, abime değil bana "hastaneye gider misin?" dedi.
Üzgünüm pembe ukde, kalmaya devam edeceksin.
Yorumlar
Yorum Gönder