Özkıyım


Her Şeyin Sonu ya da Sessiz Bir Başlangıç?

Bazen insan sabahları gerçekten uyanmaz; sadece gözlerini açar. Gün başlamaz, yalnızca sürer. Zaman akar, ama hissedilmez. Dışarıdan bakıldığında her şey yolundadır: Kahve içilir, işe ya da okula gidilir, gülümseyen fotoğraflar paylaşılır. Ama içerde… İçerde bir sızı vardır; sessiz, derin ve inatçı. Anlatması zordur çünkü kelimeler yetmez. Hem her şeyi hissedersin, hem de hiçbir şeyi.

O anlarda bir boşluk oluşur; ne geçmişe aitsin, ne de geleceğe. Sanki zamanın dışına itilmiş, görünmez bir sınırın içinde hapsolmuşsun gibi. İnsanlara karışırsın ama onlara ait değilsindir. Kahkaha atanların arasında durursun, ama içindeki yankı sadece sessizdir. Kendine bile yabancılaşmak gibidir bu. Aynaya baktığında, gözlerinin ardındaki kişiyi tanımazsın. Belki de tanımak istemezsin.

İntihar, yalnızca bir “ölüm” biçimi değildir. Bazen duyulmamış bir çığlıktır. Bazen de zihinde durmaksızın akan, yorucu bir düşüncenin artık durmak istemesidir. İnsan, yaşarken de ölebilir. Çünkü “yaşamak”, sadece nefes alıp vermek değildir. Herkes “Nasılsın?” diye sorar ama cevabın çoğu zaman kimsenin umurunda değildir.

Cümleler otomatiğe bağlanır: "İyiyim", "Fena değil", "Aynı işte…" Ama içten içe bağırmak istersin. Anlatsan anlaşılmayacağını, anlatmasan boğulacağını bilirsin. Bu yüzden susarsın. Sessizlik, bir tür savunmadır aslında. Ama aynı zamanda içsel bir çürümeye de dönüşebilir. Her sustuğun cümle, içindeki karanlığa bir tuğla daha ekler.

Herkes konuşur, ama çok az kişi gerçekten duyar seni.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her yıl yaklaşık 700.000 insan kendi yaşamına son veriyor. Bu, her 40 saniyede bir kişi demek. Ancak bu sadece sonuca ulaşabilenler. Bir o kadar insan da bu düşünceyle sessizce, kimseye fark ettirmeden, her gün yaşıyor. Ve çoğu bunu dile getirmekten korkuyor: “Deli” denmekten, “ilgi çekmeye çalışıyor” diye yargılanmaktan.

Oysa bazen tek istenen şey anlaşılmaktır. Bir omuz, bir kelime, bir “seni anlıyorum” demek bile çok şeyi değiştirebilir. Ama biz, kırılganlıklarımızı saklamak üzere büyütüldük. Güçlü olmak zorundaymışız gibi… Oysa kırılmak da insana dair. Zayıflık değil, bir varoluş biçimi.

Ama mesele sadece yaşamak ya da ölmek değil. Mesele, yaşarken hissedememek. Derin bir yorgunluk, çözümsüz bir umutsuzluk, anlamını kaybetmiş bir hayat hissi… Bunlar birdenbire ortaya çıkmaz. Geceleri uyuyamayan gözler, sabahları uyanmak istemeyen zihin, hiçbir sebep yokken ağlamaya başlayan bir kalp… Bunlar susturulmuş çığlıkların, göz ardı edilmiş acıların sessiz işaretleridir.

Bu duyguların kökleri bazen çocukluğa, bazen bir kayba, bazen hiçbir şeyin "yeterli" gelmediği o tarifsiz boşluğa kadar uzanır. Ve zamanla, insan kendi içine çekilir; orada sessiz, ama yıkıcı bir dünya kurar. Bu dünyada yalnızca geçmişin yankıları ve geleceğin belirsizliği vardır.

Şu an bu satırları okuyan sen… Belki aynı sessizliğin içindesin. Belki de sadece merak ettin, anlamaya çalışıyorsun. Her iki durumda da şunu bilmelisin: Bu dünyada seni anlayabilecek biri mutlaka vardır. Bazen bir dost, bazen hiç tanımadığın bir yabancı, bazen de satır aralarına gizlenmiş bir yazı… Yaşamak her zaman kolay değildir. Bazen ağır, bazen anlamsız, bazen fazlasıyla sessizdir. Ama her zaman içinde bir ihtimal taşır. Bazen yalnızca “bir gün daha” diyebilmek bile yeterlidir. Çünkü hiçbir fırtına sonsuza dek sürmez.

Ve unutma: En karanlık geceler, en parlak yıldızlara gebedir.

 

Yorumlar

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *