Ahlat Ağacı
Ahlat Ağacı: Taşrada Duran Zamanın İçinde Kaybolan Benlik
(Yazıyı okurken müzik dinlemeniz tavsiye edilmiştir. Müziği dinlemek için önce sayfanın en altına gidin.)
1. Giriş: Kuyunun Başlangıcı
“Ağaçların en şekilsizi ama en inatçısıdır ahlat… Kimse dikmez, kimse sulamaz ama çıkar, büyür, dirençle yaşar.”
Bu cümleyle başlamasa da, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı tam olarak bu cümleyi anlatır.
Ahlat ağacı, Sinan’dır. Ya da daha doğru bir ifadeyle: Ahlat ağacı biziz. Taşranın kurak toprağında şekilsiz büyüyen, her yere ait olmaya çalışan ama hiçbir yere sığamayan bireyin sinemasal alegorisidir bu film.
2. Atılmışlığın Sessizliği: Sinan'ın Varlıkla Savaşı
Sinan üniversiteden yeni dönmüş, hayatını kitapla anlamlandırmak isteyen bir gençtir. Ama döndüğü yer, onu dünyaya atan ve sonra terk eden bir taşradır. Heidegger’in deyimiyle bir “atılmışlık hâli” içindedir. Bu coğrafyada birey olmak, ancak toplumun seni onayladığı ölçüde mümkündür. Sinan ise ne saygı görür, ne anlaşılır. “Yazar olmak istiyorum,” dediğinde bile gülümsemeyle karşılaşır.
Çünkü taşra, hayalleri büyük ama imkanları dar olanların anlam savaşını kaybettiği yerdir. Sinan bunu bilir; ama vazgeçmez. Kitabını bastırmak için aradığı destek, yalnızca ekonomik değil, ontolojik bir destektir. Varlığını ispat etmek ister.
3. Baba ve Oğul: Kendisinden Kaçarken Kendine Dönmek
İdris: Düşmüş Baba Figürü
Freud’un kuramında “baba” yasa koyucudur. Lacan, bu figürü “toplumsal yapının temel direği” olarak görür. Ancak İdris, bu sistemin dışına düşmüş bir babadır. Kumara bulaşmış, toplum tarafından aşağılanmış, oğlunun gözünde itibarını kaybetmiştir.
Sinan’ın İdris’e duyduğu öfke, aslında kendi yazgısından duyduğu korkudur. Çünkü ne kadar kaçarsa kaçsın, sonu babası gibi olmaktır. Bu korku, her kuşağın içsel dramıdır. Film boyunca Sinan, babasına karşı çıkarken aslında onun kaderine yürümektedir.
Final sahnesinde Sinan’ın babasının kazdığı kuyuyu devralması, yüzeyde bir teslimiyet gibi görünse de aslında varoluşsal bir kabulleniştir. Camus’nun Sisifos Söyleni’nde olduğu gibi: “Taşı her seferinde tekrar dağın tepesine çıkaran Sisifos, isyan etmediği sürece özgürdür.” Sinan artık taşını kabul eder.
4. Diyaloglar Değil, Düşünceler Savaşı: Filmdeki Felsefî Karşılaşmalar
İmamlarla Tartışma: İnancın Eleştirel Gölgesi
Bir sahnede Sinan, iki imamla uzun bir tartışma yürütür. Biri gelenekçi, diğeri sorgulayıcı. Bu sahne sadece dini değil, hakikat arayışının da çatışmasıdır. Sinan burada Tanrı’yı değil, insanın inandığı şeylerin neden sorgulanamadığını sorar. Kendi içindeki “mutlak”a güvenemez. Bu nihilizme varan bir sorgudur.
5. Hacer Sahnesi: Geçmişin Masumiyetine Dönüş
Sinan, lisede platonik aşk duyduğu Hacer’le bir tarlada karşılaşır. Kısa ve yoğun bir sahnedir. Kelimelerden çok bakışlar konuşur. Hacer’in evlenmiş olması, Sinan’ın geçmişte kalmış hayallerine bir darbedir. Bu sahne, “yaşamayı seçememiş” bir adamla “yaşamayı kabullenmiş” bir kadının karşılaşmasıdır.
Sinan’ın donukluğu, Hacer’in yorgun ama içten yüzü... Burada artık aşk yoktur; yalnızca geçmişin bir hatırlatması ve şimdiki zamana acı bir ağırlık.
6. Kitap, Yazmak ve Yoklukla Kavga
Sinan için kitap yalnızca bir yazınsal ürün değil, kimliğinin dışa vurumudur. Ama bastırmak için para araması, toplumun “anlam”ı bile ekonomik ölçütlerle değerlendirdiğini gösterir. Bu ironiktir: En manevi çaba bile maddi zemine ihtiyaç duyar.
Sartre’ın dediği gibi, insan yazgısını yazar ama içinde olduğu koşullar onu şekillendirir. Sinan, kendi yazgısını yazmak ister ama kâğıt ve mürekkep bile ona pahalıya patlar.
7. Kuyunun Sonu
“Hayat zannettiğin gibi değil oğlum, ne kitaplar okunur, ne kuyular dolar.”
İdris böyle der bir sahnede, dalgın, yorgun, mağlup ama hâlâ kendi hayalinin arkasında duran bir adam gibi.
Sinan içinse o hep boş bir çaba, kaybedilmiş bir savaş, çekilmez bir yük olmuştur.
Ama şimdi, her şeyin sonundadır:
Kitabı basılmış, ama hiç satmamıştır.
Sözleri duyulmamıştır.
Yıllarca içinde büyüttüğü “anlam” arzusu, dış dünyanın kayıtsızlığıyla ufalanmıştır.
Bir rüya biter gibi döner evine.
Daha doğrusu: Babaya döner.
Çünkü rüyalar bittiğinde geriye yalnızca baba kalır.
İnsanı hayatta tutan, ilk düş kırıklığının kaynağına, en derin yaranın izine bakmaktır.
Babası İdris, kuyu başında uyur.
Bir zamanlar Sinan’ın küçümsediği, çılgınca bulduğu, alaya aldığı o kuyu… şimdi onun tek sığınağı gibi durur orada.
Sonsuz bir çukur.
Derinliği olmayan bir umut.
Kamera ağır çekimde Sinan’ı takip eder. Toprağın kıyısında durur. Elini kazmaya uzatır.
Ve başlar kazmaya.
Yavaş, sessiz, kararlı…
Ne suyu bulacağına dair bir inanç vardır gözlerinde, ne de bulamayacağına dair bir korku.
Sadece devam etmek.
Bu an, aslında bir itiraf anıdır.
Babaya değil.
Hayata değil.
Kendine.
Çünkü ne kadar kaçarsa kaçsın, insan eninde sonunda babasına benzer.
Ve belki de esas olgunluk, bu benzeyişi fark ettiğin yerde başlar.
Kazdıkça kendine yaklaşır.
Kazdıkça yıllardır reddettiği her şeyi kabul eder:
Söyleyemediklerini, anlayamadıklarını, çocukken duyduğu o kırık cümleleri…
Kuyu artık su için değildir.
O kuyu şimdi, bir anlam çukuru, bir benlik mezarı, bir yeniden doğuş sancısıdır.
"Hayatta herkesin bir hikâyesi vardır Sinan, ama kimse kimseninkini merak etmez."
diyordu babası bir zaman.
Şimdi o hikâye kazılmakta.
Satılmayan bir kitap gibi, okunmamış bir kuyu gibi, ama yine de orada:
Derin, suskun ve sonsuz.
8. Görsel Anlatı ve Sessizliğin Gücü
Nuri Bilge Ceylan sinemasının en güçlü yanı, sessizliğin gürültüsüdür. Uzun planlar, durağanlık, sabit kamera… Hepsi karakterin iç sesine alan açmak içindir. Doğa, sadece arka plan değil, bir karakter gibidir.
Kışın beyazı, taşranın boşluğunu; güneşin açtığı sahneler, geçici umutları; rüzgarın sesi, içsel fırtınaları anlatır. Bu filmde mekân da insan kadar konuşur.